Magazin programları şu ülkenin sırtındaki en büyük kamburlardan biri. Şu televizyon saçmalığından kurtulup, ülkenin refah seviyesine +10 puan ekleyebiliriz.
İnsanları zombi haline getirip, belli bir üne sahip kişileri istedikleri şekilde halka yansıtan bu leş kokulu ; insanlıktan tamamen uzak saçmalığı dün izleme gafletinde bulundum. Pek aşina değilim bu tür programlara, sadece reklamlarında bizim Q7 ve çetesini görünce bakma gereği hissettim. Az sonra, az sonra diye diye iki saatte, bir bandı ancak girebildiler. Garip sözlerle süslenip, deyim yerindeyse çorbaya dönüştürülmüş bantta ; bizim futbolcular bir eğlence mekanından çıkarken görüntüleniyor. Sidnei, Bebe, Fernandes ve Quaresma dörtlüsü kulübün kendilerine tahsis ettiği bir arabayla gelmişler oraya, sansasyon yaratacak herhangi bir durumları yok. Ehh olay böyle olunca, bizim magazincilik adı altında gazetecilik pozuna yatan ayak takımına iş çıkmıyor. Bundan kaynaklanıyor olacak ki, ayak takımı bizim topçuların kıyafetlerine zoom oluyor. Alakasız ve birbirinden gereksiz yorumlardan sonra önce Sidnei, Portekizli yapılıyor daha sonra ise Fernandes maymun. Evet, yanlış okumadınız. Fox televizyonu, kamera Fernandes'e döndüğü anda maymun sesini arka fonda bize dinletmeye başlayarak, ibişlik sınırlarını zorlamayı başardı. Magazinin bazı şeylerinin bokunu çıkarıp, kusurlarını gazetecilik ilkelerini bahane edip örtmeye çalışmasına alışığız. Ancak bu son işledikleri kusur çok büyük. Kesinlikle ve kesinlikle bunun bir açıklaması olamaz. Her şeyden önce bu yaptıkları bir insanlık suçudur, ırkçılıktır. Kendi adıma konuşuyorum ; şu andan itibaren Fox tv'yi boykot etme kararı aldım. Yeri gelince insanlık ve gazetecilik üstüne aforizmalar kasan bu ileri zekalı magazin programı acaba bu olaya ne diyecek çok merak ediyorum. Neyse fazla uzatmaya gerek yok. Bu rezilliği görmek isteyenleri ise buradan alalım.
Michael Jordan, Nicolas Anelka, Kun Agüero, Iker Muniain, Damien Le Tallec, Christian Eriksen, Eden Hazard, Milan Badelj, Hugo Lloris, Roger Federer, Kevin Durant, Russell Westbrook, James Harden, Derrick Rose, OJ Mayo, Chuck Eidson, Dimitris Diamintidis, Robertas Javtokas, Milos Teodosic ve daha niceleri...
Pazartesi, Ağustos 01, 2011
Salı, Haziran 28, 2011
Tüpçülük, Doğalgaz ve Sürü Üzerine...
Eskiden doğalgaz kullanmak lükstü, kaloriferli dairede oturan herkes kendini ayrıcalıklı ve modern sanardı şovbenli evde oturana nazaran. Aslında hiçbir fark yoktu iki dairede oturanlar arasında, onları birbirinden ayıran tek özellik doğalgaz adını verdiğimiz yeni nesil enerji kaynağı diye mottolanan fosil yakıttı.
Yıllar geçti ; büyük şehirlerde oturanların çoğu kombi edinip doğalgaza geçti. Birden herkes modernleşti derken... Olmadı, kimse modernleşmedi. Herkes neyse o olmaya devam etti. Sadece insanların emlak envanterine evleri için yazacakları yeni bir vasıf eklendi. Doğalgazlı ev sayısının artması bir tek tüpçü ve kömürcülere yaramadı. Çoğu kepenkleri kapatmak zorunda kaldı. Kömürcüler seçim zamanında köşeyi dönseler de, tüpçüler bir bir kapanmaya başladı. İnsan tüketir, kullanır. Zamanla bıkar, bırakır. Belki de doğalgazdan tüpe geçişin bir sebebi de budur.
Tüpçülük, tozlu tarih sayfalarının en boktan yerlerine gömülürken Beşiktaş'ın başına bir tüpçü geçti. Herkes Mersin'e gidiyordu ya hani... İşte Beşiktaş, Mersin'den vazcayıp ters istikamate doğru yol almaya başlamıştı. Herkes doğalgaza geçmişken, Beşiktaş nostalji takılıp tüpü seçmişti. Ne kadar saçma demi ? İnsan zamanla tükettiklerinin esiri olur diyordu Fight Club'ta Tyler Durden. Bunları derken acaba hiç düşünmüş müydü işin dozajının kaçacağını ? Mesela ; tükettiklerimizin bizi tüketmekle kalmayıp ırzımıza geçene kadar bizi sömüreceğini hiç aklına getirmiş miydi ?
Beşiktaş'ın içinde bulunduğu durum Fight Club alıntıları ile açıklanamayak kadar kötü. Zira tüpçü ar - namus demeden kulübün ırzına geçmekte. İşin ilginci bu tutum çoğu taraftar tarafından kabullenilmiş, artık takmıyorlar bile. Hatta zaman zaman bu aymazlık kendini ''Stockholm Sendromu''na dönüştürüyor...
Bizim taraftarlık anlayışımız çok başka. Bizde taraftar demek sürü olmak demek. Taraftarlığı sürüden ayıran tek nokta ; herkesin kendi çobanlığını yapıyor olması. En büyük benzerlikleri ise bu iki güruhun içinde bulunan elemanlarının birbirinden çok çabuk etkileniyor oluşu. Örneklere dalalım hemen. Bir koyun sürüsü hayal edin... Tüm koyunlar yemyeşil çayırlarda otlanıp karınlarını doyuruyorlar, ama birden içlerinden bir tanesi huzursuzlanıyor. Bir çakal görmüş olmalı ki kaçıyor, diğer tüm sürü de bunu görüp o koyunun peşinden gidiyor. Sonuç olarak tüm koyun sürüsü çakaldan kaçarken uçurumdan aşağıya düşüp telef oluyor. İşin ilginci ortalıkta çakal felan da gözükmüyor. Meğersem kaçan koyunun gördüğü şey çakal değilmiş, sadece bir çalıymış. Taraftarlık da böyle. Stadyuma gelen taraftar genelde etrafındakilere uyar. Tezahürat başlar, o katılır yanındakilere. Söylediklerinin altında anlam aramaz, sadece söyler. Bilmez söylediği lafın nereye gittiğini, bilmez yanındakinin belki de onu ve çok sevdiği takımını uçuruma sürüklediğini.
Çok değil iki - üç sene önce Beşiktaş tribünlerinin diline pelesenk olmuş bir tezahürat vardı. ''Yeter Yıldırım Demirören'' diye başlayan bu tezahürat sorgusuz - süalsiz tribündeki her birey tarafından iştirak edilerek söyleniyordu. Çoğu insan sorgulamıyordu bu durumu, sırf yanındaki adam söylüyor diye o da katılma ihtiyacı duyuyordu sebepsizce. Tribünü bir arada tutan ortak payda bu olmuştu o zamanlar, ama aradan zaman geçti bu tezahürat unutuldu. Üstte bahsettiğim Stockholm Sendromu devreye girdi bu noktada. İki tane yıldız geldi diye ''Şımart bizi, çıldırt bizi başkan'' moduna geçti herkes. ''Yeter Yıldırım Demirören''den ''Şımart bizi, çıldırt bizi başkan''a geçiş traftarın güdülen bir sürü olduğunun en büyük kanıtıdır zannımca. Genelde anarşist duruşumuzla övünürüz biz... Ama şu son yıllarda yaşanan renk değişimi bu anarşist duruşun ne denli zarar gördüğünün bir göstergesidir.
Cehalet insanlığın en büyük düşmanıdır. İnsanın gözünün önüne çekilmiş bir bant gibidir cehalet, tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Düşünsenize yokuş aşağıya giden bir arabayı gözünüzde bir bant ile kullandığınızı. Azraile VIP kontenjanından davetiye vermek gibi bir şey olur demi bu ? İşte bizim de şu an için yaşadığımız durum bu. Cahiliz hepimiz. Gözümüzün önündeki banttan ne zaman kurtulursak ancak o zaman düzlüğe çıkabiliriz. Zira vaziyet kötü, bir an önce bir şey yapmazsak araba şarampolden aşağıya yuvarlanabilir.
Hee bu arada ; YETER !
Bizim taraftarlık anlayışımız çok başka. Bizde taraftar demek sürü olmak demek. Taraftarlığı sürüden ayıran tek nokta ; herkesin kendi çobanlığını yapıyor olması. En büyük benzerlikleri ise bu iki güruhun içinde bulunan elemanlarının birbirinden çok çabuk etkileniyor oluşu. Örneklere dalalım hemen. Bir koyun sürüsü hayal edin... Tüm koyunlar yemyeşil çayırlarda otlanıp karınlarını doyuruyorlar, ama birden içlerinden bir tanesi huzursuzlanıyor. Bir çakal görmüş olmalı ki kaçıyor, diğer tüm sürü de bunu görüp o koyunun peşinden gidiyor. Sonuç olarak tüm koyun sürüsü çakaldan kaçarken uçurumdan aşağıya düşüp telef oluyor. İşin ilginci ortalıkta çakal felan da gözükmüyor. Meğersem kaçan koyunun gördüğü şey çakal değilmiş, sadece bir çalıymış. Taraftarlık da böyle. Stadyuma gelen taraftar genelde etrafındakilere uyar. Tezahürat başlar, o katılır yanındakilere. Söylediklerinin altında anlam aramaz, sadece söyler. Bilmez söylediği lafın nereye gittiğini, bilmez yanındakinin belki de onu ve çok sevdiği takımını uçuruma sürüklediğini.
Çok değil iki - üç sene önce Beşiktaş tribünlerinin diline pelesenk olmuş bir tezahürat vardı. ''Yeter Yıldırım Demirören'' diye başlayan bu tezahürat sorgusuz - süalsiz tribündeki her birey tarafından iştirak edilerek söyleniyordu. Çoğu insan sorgulamıyordu bu durumu, sırf yanındaki adam söylüyor diye o da katılma ihtiyacı duyuyordu sebepsizce. Tribünü bir arada tutan ortak payda bu olmuştu o zamanlar, ama aradan zaman geçti bu tezahürat unutuldu. Üstte bahsettiğim Stockholm Sendromu devreye girdi bu noktada. İki tane yıldız geldi diye ''Şımart bizi, çıldırt bizi başkan'' moduna geçti herkes. ''Yeter Yıldırım Demirören''den ''Şımart bizi, çıldırt bizi başkan''a geçiş traftarın güdülen bir sürü olduğunun en büyük kanıtıdır zannımca. Genelde anarşist duruşumuzla övünürüz biz... Ama şu son yıllarda yaşanan renk değişimi bu anarşist duruşun ne denli zarar gördüğünün bir göstergesidir.
Cehalet insanlığın en büyük düşmanıdır. İnsanın gözünün önüne çekilmiş bir bant gibidir cehalet, tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Düşünsenize yokuş aşağıya giden bir arabayı gözünüzde bir bant ile kullandığınızı. Azraile VIP kontenjanından davetiye vermek gibi bir şey olur demi bu ? İşte bizim de şu an için yaşadığımız durum bu. Cahiliz hepimiz. Gözümüzün önündeki banttan ne zaman kurtulursak ancak o zaman düzlüğe çıkabiliriz. Zira vaziyet kötü, bir an önce bir şey yapmazsak araba şarampolden aşağıya yuvarlanabilir.
Hee bu arada ; YETER !
Salı, Haziran 07, 2011
Bir Kedi Değilsin, Ama Sevilirsin !
DeShawn Stevenson, NBA'in görüp görebileceği en büyük manyaklardan birisidir. Delidir, piskopattır, hırçındır, sinirlidir. Tüm bunların yanında çok kafa bir adamdır. An itibariyle şu konularda tek yarışabileceği kişi ; Ron Artest'tir. Severim DeShawn'ı, kudurunca sayı atar, her zaman iyi savunma yapar, trash talkı iyi bilir, LeBron'a kıl olur vs... Tüm bunlardan önce açık sözlüdür, lafı ağzında gevelemez. Ne söyleyecekse direk söyler, Mustafa Topaloğlu gibi adamdır bizim DeShawn. LeBron ile kanlı bıçaklıdır. Hiç sevmez, otoparkta yakalasa affetmez(aurelio stayla). Bu kanlı bıçaklı olma durumunun en hararetli olduğu dönemlerde, LeBron'un kankası Jay-Z DeShawn'a bir diss atmıştı... Normalde üstte yazılanlar doğrultusunda, DeShawn'ın Jay-Z'ye cılız da olsa bir tepki vermesi beklenir. Ancak durum böyle olmadı, DeShawn, Jay-Z hakkında en ufak bir kötü söz söylemedi. Karakterinden beklenmeyecek bir şekilde erdemli bir duruş gösterdi. Bunun sebebi uzun süre NBA sosyetesinde konuşuldu, fakat kimse DeShawn'ın bu davranışına akıl sır erdiremedi. SLAM dergisi ise bu merak edilen konuyu birinci ağızdan öğrenmek için DeShawn ile röportaj yapmıştı zamanında. Muhabirin Jay-Z ile ilgili olan sorusuna ; ''O gelmiş geçmiş en iyi rapçilerden birisi, O'na laf atmak bana düşmez.'' gibisinden bir cevap vermiştir. İşte, ne kadar açık sözlü olduğunun bir göstergesi bu.
LeBron ile kanlı bıçaklı olmasının sebebi de bu açık sözlülük. DeShawn bir röportaj sırasında, LeBron'a ''overrated'' deyince olaylar gelişir. Bu lafın üstüne LeBron ; ''Benim O'na cevap vermem, Jay-Z'nin Soulja Boy'a cevap vermesi ile eş değerdir...'' diyerek olayların dibine kibret suyu dökmüştür. Tartışma bu denli büyümüşken DeShawn, Cleveland ile oynayacakları ilk iç saha maçına Soulja Boy'u çağırıp LeBron'u göt etmiştir. O maçı da Washington'ın 36 sayı farkla kazanmasında en büyük pay sahibi olmuş ve rakip potaya 19 sayı göndermiştir DeShawn Stevenson...
Ayriyeten inatçıdır da DeShawn. Zamanında, Drew Gooden ile ''sakal kesmeme'' konusunda bir iddiaya girip kazanmışlığı vardır. Bu iddianın ne denli çılgın bir boyuta ulaştığını tahayyül etmek için, DeShawn'ın en üstteki fotoğrafının 2-3 katı kadar sakallı halini düşünmeniz yeterli olur, fazlasını düşünmeyin kabuslarınıza girer maazallah. O kadar fazlaydı ki sakalı... Sakal, sakal olmaktan çıkmış kıl yumağına dönüşmüştü. Drew Gooden'ın durumu da pek iç açıcı değildi, zaten sakala da traş bıçağını ilk vuran o olmuştu. ''Bu sakal çok pis birşey, hem pis hem de kaşındırıyor'' diyerek iddiayı kaybettiğini herkese duyurmuştu, NBA'in kadrolu tüysüzlerinden Gooden. O gün bugündür(yaklaşık 3-4 sene) ikisini de abartılı bir sakalla görmedim. Demek ki neymiş ? Sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yermiş.
Velhasıl, ne kadar sivri davransa da saygımı kazanmış bir basketbolcudur. Megolaman hareketlerine karşılık, sempatiktir. Sakal konusunda James Harden ile, debut hareketleriyle de Calderon ile yarışır. Dövme konusunda ise rakipsiz. Kedi balığı canını senin DeShawn !
Perşembe, Şubat 17, 2011
İyi Ki Doğdun Majesteleri...
Yolun yarısını geçeli 13 sene olmuş... İyi ki doğmuşsun reyiz, değil 50'ye 100'ne bile merdiven dayasan hala bu kalplerdeki yerini koruyacaksın.
Pazartesi, Şubat 14, 2011
Şom Ağzımı Açtım Bir Kere...
Önce Ziya Doğan meselesi, şimdi de bu... Dün maç sırasında bakışları ile dalga geçiyordum delinho'nun. Bilseydim gideceğini hiç ağzımı açmazdım, zaman geri alınmıyor maalesef.
Ben üstte yazılanları dedikten 1 gün sonra sevgili yönetimimiz, Schuster ile işbirliğine giderek deyim yerindeyse kovdu onu. Büyük ihtimalle bırakacak futbolu, kalplerde derin bir yara bırakarak hemde.
Seni yuvandan kovma cesareti gösterenler, seni Beşiktaş'tan koparabileceklerini zannedenler elbet bir gün hesap verecek. Her zaman arkandayız, yanındayız. (NOT: Schuster'e olan inancımı tamamen kaybettim, isterse bundan sonra takımı şampiyonlar ligi şampiyonu yapsın, gözümde değersiz bir çöpten başka bir şey değil.)
Lan Yoksa ?
Dün twitter'da bunları dememin ardından, Ziya Doğan Konyaspor ile yollarını ayırdı. Hayır yani, insan ister istemez ''Lan Yoksa ?'' diye düşünüyor. Tahtaya neyin vurun, ''Allah korusun'' felan deyin de gerçekleşmesin şu öngörüm.
Pazar, Şubat 13, 2011
İster Misin Dayı ?
O mendili kullanacağımız günler yakın gibi geliyor bana. Umarım düzelir takım, yoksa halimiz yaman. Sen ne dersin Pavarotti dayı ? Sallayak mı o mendili ?
Salı, Şubat 08, 2011
Künye #5
Shaun Livingston. Ağızda akide şekeri gibi eriyen bir isme sahip Shaun Livingston. Zamanının en potansiyelli guardı, sakatlıklardan harap olmuş bir kariyer... Dün Bobcats - Celtics maçını izlerken düşündüm, ''acaba sakatlıklar olmasa nasıl bir kariyere sahip olurdu ?'' diye performansıyla merakımı giderdi sağ olsun. Sakatlıklar olmasa ligin kalburüstü guardlarından biri olabilirdi ama artık o noktadan çok uzak... Değerli bir rotasyon oyuncusu olabilir mi ? Yolu Beşiktaş'a düşmezse ; evet, olabilir. Büyük takımlara duyurulur... Bağğğyaaandan az kullanılmış hasarlı guard... :)
YETER !
Son zamanlarda, Beşiktaş'la ilgili konuşulan bazı şeyleri burada irdelemek istiyorum. Malumunuz, Serdal Adalı'nın basın toplantısının ardından, özellikle sosyal paylaşım sitelerinde ortalık karışmıştı. Daha doğrusu karışmadı, sadece Serdal Adalı'nın bazı sözleri Fenerbahçe'li bazı kişilerin zoruna gitti, işine gelmedi...
Tam da bu noktada, daha henüz yazıya başlamayanlara bir uyarıda bulunmak istiyorum. Bu yazı tamamen Beşiktaşlı kimliğimle yazdığım bir yazı, o yüzden benden objektiflik felan beklemeyin.
Sene başını hatırlarsınız. Yaralı ceylan ; Fenerbahçe şampiyonluğu son haftada acı bir şekilde kaybetmiş ve bunun verdiği gazla da abuk subuk transferler yapmaya başlamıştı. Stoch, Niang, Dia gibi Avrupa'nın ikinci sınıf topçularına milyon dolarlar döküp, patlama yapmaları beklenmişti. Beşiktaş ise, geçtiğimiz senelerde yaptığı transferlerden ders çıkarmış olacak ki, transfer stratejisini değiştirip ''Avrupa'da isim yapmış topçuları'' ülkeye getirmeye başlamıştı. Yani bir bakıma Fenerbahçe'nin önceki senelerde güttüğü ülkeye yıldız getirme(güiza, kezman) politikası uygulanıyordu transferde.
Bu transfer politikasının oluşmasındaki en önemli kişi ; Serdal Adalı idi elbet. Transfer komitesi başkanı olarak elinden geleni yaptı yıldızların Beşiktaş'ı seçmesi için. Şimdilerde hakkında ''dünkü çocuk'' yorumlarına nispet yaparcasına yıldızları birer birer Beşiktaş'a kazandırdı. Guti, geçenlerde katıldığı bir televizyon programında Serdal Adalı için ; ''O burada olmasaydı, Beşiktaş'a gelmezdim'' tarzında bir cümle kurmuştu hatırlarsınız belki. Aslında sadece o cümleden bile çıkarabiliriz, Serdal Adalı'nın Beşiktaş için ne kadar değerli bir yönetici olduğunu. Yıllardır fotomaç, fotogol gibi hayal satan gazetelerin arada bir gerçekleştirmek için sarf ettikleri Mansimov hamlesi, bir bakıma Serdal Adalı ile gerçekleşmiş oluyordu Beşiktaş'ta...
Beşiktaş, dünyaca ünlü yıldızlarıyla sezon başında fırtınalar estirirken Fenerbahçe ve Galatasaray ise oturup kendi dertlerine yanma modundaydılar. Galatasaray, total futbol türküsüne daha fazla dayanamayıp Rijkaard'ı göndermiş, Fenerbahçe ise Aykut Kocaman'dan kurtulmanın yollarını aramaya başlamıştı. Tam da bu ortamda, kamuoyunda gereksiz bir ''Beşiktaş antipatisi'' oluşmaya başlamıştı nedeni bilinmez bir şekilde... Aslında ''neden'' gayet iyi biliniyordu.
Bir düşünelim... Ligdeki en iyi kadro kimdeydi ? Beşiktaş'ta. Ligdeki en iyi teknik direktör kimdeydi ? Beşiktaş'ta. Fenerbahçe ve Galatasaray'ın ''köy takımları''na elenerek oynayamadığı Europa League'de ülkeyi kim temsil ediyordu ? Beşiktaş. Ligde en göze hoş gelen topu kim oynuyordu ? Beşiktaş. En iyi tribün ve taraftar kimdeydi Beşiktaş'ta... Evet, bu ve buna benzer ''en''lerle başlayan tüm cümlelerin sonunda Beşiktaş ismi mutlaka geçiyordu. Tüm bu ''en''ler Beşiktaş'tan nefret etmek için insanlara olanaklar tanıyordu.
Bu olanakları iyi değerlendiren bazı gruplar, bu nefreti somut bir şeylere dönüştürme çabasındaydılar. Önce Galatasaray'lı bir grup zeka küpü tribüncü tarafından saçma sapan bir tezahürat buluyor ve bunu tribünlerde söylemeye başlıyordu. Beşiktaş'a karşı nasıl bir nefret beslenildiğini kanıtıydı bu aslında. Bazıları, bazı olayları yediremiyorlardı kendilerine. Küme düşme potasında olan takımlarından kaynaklanıyordu herhalde bu... O tezahürat ortaya çıktıktan bir kaç hafta sonra oynanan derbide Beşiktaş, Cim BOM BOM'u -rezerv takımıyla- deyim yerindeyse kanırta kanırta yeniyor, Ali Sami Yen'de ki son derbide alkışlanan takım Beşiktaş oluyordu.
İlk yarıyı pek iyi bir yerde bitiremiyorduk maalesef, bunda en büyük etken yaşanan sakatlıklardı kuşkusuz. öhöm öhöm DARBEYE BAĞLI YAŞ.. öhöm öhöm. Derken, transfer sezonu açıldı Beşiktaş politikasını değiştirmeyerek aynı şekilde oyuncu alımını sürdürdü. Almeida, Fernandes ve Simao gibi dünya yıldızları ülkeye gelirken rakiplerimiz ağızlarının sularını akıtarak bizlere imreniyordu(kıskanıyordu). Sezonun ikinci yarısına da fırtına gibi giriyorduk, önce Buca'ya kendi sahamızda 5 tane atıyorduk ardından ise Trabzon'u eze eze yeniyorduk. Kıskançlığı alışkanlık hâline getiren bazıları ise her zaman olduğu gibi bu durumu kendilerine yediremiyor ve basketbol maçlarında bile Beşiktaş'a küfretme küçüklüğünü gösteriyorlardı.
Geçtiğimiz sene bizi ve Galatasaray'lıları aynı kefeye koyup bukalemun yakıştırmasında bulunan taraftar topluluğu şimdilerde Galatasaray taraftarıyla aynı besteleri söyleyip aynı küfürleri edip aynı hisleri paylaşıyordu. Şimdi kim bukalemun olmuştu acaba ? Ne diyordu siz Fenerbahçe'liler ; Deja Vu !
Gelelim hakem meselesine... Bazıları kendi başkanlarına bakmadan saçma sapan eleştirilerde bulunuyor. Bu saçma eleştirileri yapanlar ya Beşiktaş maçlarını izlemiyor ya da at gözlükleriyle bakıyor olaya.
Ligin ikinci yarısıyla birlikte nedense aleyhimizde saçma sapan hakem hataları yapılmaya başlandı. İBB maçında, ingilizce'yi bile doğru dürüst anlayamayan hakemlerimiz genelde ispanyolca konuşan Schuster'i, küfretti diye tribüne yollarken kamuoyu sessiz kaldı. Aurelio'nun istem dışı yaptığı bir müdahale yüzünden oyundan atılmasını es geçtiniz hadi, ama Schuster'in oyundan atılması ? Hangi mantıkla, hangi kafayla oyundan atıldı Schuster ? Neyse tamam bunu sineye çektik diyelim... Peki Karabük maçında yaşanan saçma sapan hakem hataları ? Zaten sene başından beri kasaplara gösterilen tahammül yüzünden bıçak kemiğe dayanmıştı, Karabük maçının ardından da doğal olarak bir patlama yaşandı. Hatırlarsınız Dünya Kupasında İngiltere'nin Almanya maçındaki golü verilmemiş ve o verilmeyen gol yüzünden İngiltere kupa dışında kalmıştı. Maçtan sonra İngilizler ortalığı nasıl velveleye vermişti, hepimiz görmüştük.
Zamanlaması her ne kadar yanlış olsa da Serdal Adalı her kulüp yetkilisinin yapacağı türden açıklamalar yaptı. İçinden cımbızla çekilerek alınıp kullanılan bazı laflar hariç Türkiye standartlarında normal bir açıklama yaptı, ama gelin görün ki bu başkaldırma bazılarını rahatsız etti. Başkanı Aziz Yıldırım olan bir takımın taraftarından geldi en çokta tepkiler... Kendi tarihlerine, kendi geçmişlerine bakmadan bizi ağlayan kulüp ambalajına sığdırmaya çalıştılar. Kendi kulüp başkanlarının hakemler üstündeki vesayetini görmeyerek bizim takımımıza gereksiz ithamlarda bulundular. Şunu söylemek istiyorum. Beşiktaş, dünyanın en iyi yönetilen kulübü değil. Hatta bu konuda dünya sonunculuğunu bile kovalayabiliriz ! Ancak unutmayın Beşiktaş 108 yıllık bir çınar ve yine unutmayın o 108 yıllık çınarın arkasında dünya birinciliğini zorlayacak bir taraftar topluluğu var. Velhasıl, içecek ayranı olmayanlar tahderevanla gelmesinler yanımıza zira çok komik oluyorsunuz. ''Karabük'ün net penaltısı verilmedi yæææ'' türünden ağlamalarla eyyama çanak tutan elitist bakış açılarıyla bir yere gelemezsiniz. Basketbol maçlarında Beşiktaş'a küfrederek de bir yerlere gelemezsiniz. Beşiktaş o kadar büyük bir kulüp ki hiç biriniz onu sindiremezsiniz !
Tam da bu noktada, daha henüz yazıya başlamayanlara bir uyarıda bulunmak istiyorum. Bu yazı tamamen Beşiktaşlı kimliğimle yazdığım bir yazı, o yüzden benden objektiflik felan beklemeyin.
Sene başını hatırlarsınız. Yaralı ceylan ; Fenerbahçe şampiyonluğu son haftada acı bir şekilde kaybetmiş ve bunun verdiği gazla da abuk subuk transferler yapmaya başlamıştı. Stoch, Niang, Dia gibi Avrupa'nın ikinci sınıf topçularına milyon dolarlar döküp, patlama yapmaları beklenmişti. Beşiktaş ise, geçtiğimiz senelerde yaptığı transferlerden ders çıkarmış olacak ki, transfer stratejisini değiştirip ''Avrupa'da isim yapmış topçuları'' ülkeye getirmeye başlamıştı. Yani bir bakıma Fenerbahçe'nin önceki senelerde güttüğü ülkeye yıldız getirme(güiza, kezman) politikası uygulanıyordu transferde.
Bu transfer politikasının oluşmasındaki en önemli kişi ; Serdal Adalı idi elbet. Transfer komitesi başkanı olarak elinden geleni yaptı yıldızların Beşiktaş'ı seçmesi için. Şimdilerde hakkında ''dünkü çocuk'' yorumlarına nispet yaparcasına yıldızları birer birer Beşiktaş'a kazandırdı. Guti, geçenlerde katıldığı bir televizyon programında Serdal Adalı için ; ''O burada olmasaydı, Beşiktaş'a gelmezdim'' tarzında bir cümle kurmuştu hatırlarsınız belki. Aslında sadece o cümleden bile çıkarabiliriz, Serdal Adalı'nın Beşiktaş için ne kadar değerli bir yönetici olduğunu. Yıllardır fotomaç, fotogol gibi hayal satan gazetelerin arada bir gerçekleştirmek için sarf ettikleri Mansimov hamlesi, bir bakıma Serdal Adalı ile gerçekleşmiş oluyordu Beşiktaş'ta...
Beşiktaş, dünyaca ünlü yıldızlarıyla sezon başında fırtınalar estirirken Fenerbahçe ve Galatasaray ise oturup kendi dertlerine yanma modundaydılar. Galatasaray, total futbol türküsüne daha fazla dayanamayıp Rijkaard'ı göndermiş, Fenerbahçe ise Aykut Kocaman'dan kurtulmanın yollarını aramaya başlamıştı. Tam da bu ortamda, kamuoyunda gereksiz bir ''Beşiktaş antipatisi'' oluşmaya başlamıştı nedeni bilinmez bir şekilde... Aslında ''neden'' gayet iyi biliniyordu.
Bir düşünelim... Ligdeki en iyi kadro kimdeydi ? Beşiktaş'ta. Ligdeki en iyi teknik direktör kimdeydi ? Beşiktaş'ta. Fenerbahçe ve Galatasaray'ın ''köy takımları''na elenerek oynayamadığı Europa League'de ülkeyi kim temsil ediyordu ? Beşiktaş. Ligde en göze hoş gelen topu kim oynuyordu ? Beşiktaş. En iyi tribün ve taraftar kimdeydi Beşiktaş'ta... Evet, bu ve buna benzer ''en''lerle başlayan tüm cümlelerin sonunda Beşiktaş ismi mutlaka geçiyordu. Tüm bu ''en''ler Beşiktaş'tan nefret etmek için insanlara olanaklar tanıyordu.
Bu olanakları iyi değerlendiren bazı gruplar, bu nefreti somut bir şeylere dönüştürme çabasındaydılar. Önce Galatasaray'lı bir grup zeka küpü tribüncü tarafından saçma sapan bir tezahürat buluyor ve bunu tribünlerde söylemeye başlıyordu. Beşiktaş'a karşı nasıl bir nefret beslenildiğini kanıtıydı bu aslında. Bazıları, bazı olayları yediremiyorlardı kendilerine. Küme düşme potasında olan takımlarından kaynaklanıyordu herhalde bu... O tezahürat ortaya çıktıktan bir kaç hafta sonra oynanan derbide Beşiktaş, Cim BOM BOM'u -rezerv takımıyla- deyim yerindeyse kanırta kanırta yeniyor, Ali Sami Yen'de ki son derbide alkışlanan takım Beşiktaş oluyordu.
İlk yarıyı pek iyi bir yerde bitiremiyorduk maalesef, bunda en büyük etken yaşanan sakatlıklardı kuşkusuz. öhöm öhöm DARBEYE BAĞLI YAŞ.. öhöm öhöm. Derken, transfer sezonu açıldı Beşiktaş politikasını değiştirmeyerek aynı şekilde oyuncu alımını sürdürdü. Almeida, Fernandes ve Simao gibi dünya yıldızları ülkeye gelirken rakiplerimiz ağızlarının sularını akıtarak bizlere imreniyordu(kıskanıyordu). Sezonun ikinci yarısına da fırtına gibi giriyorduk, önce Buca'ya kendi sahamızda 5 tane atıyorduk ardından ise Trabzon'u eze eze yeniyorduk. Kıskançlığı alışkanlık hâline getiren bazıları ise her zaman olduğu gibi bu durumu kendilerine yediremiyor ve basketbol maçlarında bile Beşiktaş'a küfretme küçüklüğünü gösteriyorlardı.
Geçtiğimiz sene bizi ve Galatasaray'lıları aynı kefeye koyup bukalemun yakıştırmasında bulunan taraftar topluluğu şimdilerde Galatasaray taraftarıyla aynı besteleri söyleyip aynı küfürleri edip aynı hisleri paylaşıyordu. Şimdi kim bukalemun olmuştu acaba ? Ne diyordu siz Fenerbahçe'liler ; Deja Vu !
Gelelim hakem meselesine... Bazıları kendi başkanlarına bakmadan saçma sapan eleştirilerde bulunuyor. Bu saçma eleştirileri yapanlar ya Beşiktaş maçlarını izlemiyor ya da at gözlükleriyle bakıyor olaya.
Ligin ikinci yarısıyla birlikte nedense aleyhimizde saçma sapan hakem hataları yapılmaya başlandı. İBB maçında, ingilizce'yi bile doğru dürüst anlayamayan hakemlerimiz genelde ispanyolca konuşan Schuster'i, küfretti diye tribüne yollarken kamuoyu sessiz kaldı. Aurelio'nun istem dışı yaptığı bir müdahale yüzünden oyundan atılmasını es geçtiniz hadi, ama Schuster'in oyundan atılması ? Hangi mantıkla, hangi kafayla oyundan atıldı Schuster ? Neyse tamam bunu sineye çektik diyelim... Peki Karabük maçında yaşanan saçma sapan hakem hataları ? Zaten sene başından beri kasaplara gösterilen tahammül yüzünden bıçak kemiğe dayanmıştı, Karabük maçının ardından da doğal olarak bir patlama yaşandı. Hatırlarsınız Dünya Kupasında İngiltere'nin Almanya maçındaki golü verilmemiş ve o verilmeyen gol yüzünden İngiltere kupa dışında kalmıştı. Maçtan sonra İngilizler ortalığı nasıl velveleye vermişti, hepimiz görmüştük.
Zamanlaması her ne kadar yanlış olsa da Serdal Adalı her kulüp yetkilisinin yapacağı türden açıklamalar yaptı. İçinden cımbızla çekilerek alınıp kullanılan bazı laflar hariç Türkiye standartlarında normal bir açıklama yaptı, ama gelin görün ki bu başkaldırma bazılarını rahatsız etti. Başkanı Aziz Yıldırım olan bir takımın taraftarından geldi en çokta tepkiler... Kendi tarihlerine, kendi geçmişlerine bakmadan bizi ağlayan kulüp ambalajına sığdırmaya çalıştılar. Kendi kulüp başkanlarının hakemler üstündeki vesayetini görmeyerek bizim takımımıza gereksiz ithamlarda bulundular. Şunu söylemek istiyorum. Beşiktaş, dünyanın en iyi yönetilen kulübü değil. Hatta bu konuda dünya sonunculuğunu bile kovalayabiliriz ! Ancak unutmayın Beşiktaş 108 yıllık bir çınar ve yine unutmayın o 108 yıllık çınarın arkasında dünya birinciliğini zorlayacak bir taraftar topluluğu var. Velhasıl, içecek ayranı olmayanlar tahderevanla gelmesinler yanımıza zira çok komik oluyorsunuz. ''Karabük'ün net penaltısı verilmedi yæææ'' türünden ağlamalarla eyyama çanak tutan elitist bakış açılarıyla bir yere gelemezsiniz. Basketbol maçlarında Beşiktaş'a küfrederek de bir yerlere gelemezsiniz. Beşiktaş o kadar büyük bir kulüp ki hiç biriniz onu sindiremezsiniz !
Pazartesi, Ocak 31, 2011
Künye #4
Ali Karadeniz. Gerçek adıyla ; Michael Wright... Yabancı kuralı esnetilerek daha doğrusu örselettirilerek oynatılan oyunculardan biri. Öyle veya böyle adamı Türk yaptınız da verecek daha normal bir isim bulamadınız mı ? Trabzonspor'da oynuyor diye illa ''Karadeniz'' soy adını mı alması gerekiyor bu adamın ?
Değerli bir adam Michael Wright. Boyu 5-6 cm daha uzun olsa NBA'de önemli bir rol adamı olabilirdi belki de, ama ; sakatlıklar, fiziksel yetersizlik gibi problemler onun kariyer rotasını Avrupa'ya yönlendirmesine sebep oldu. Basketbola Kevin Garnett ile birlikte başladığını ve zamanında ABD genç milli takımının en skorer oyuncusu olduğunu söylersem onun ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu anlayabiliriz, herhalde.
Türkiye macerası Murat Didin'in onu Beşiktaş'a getirmesi ile başladı. Daha ilk sezonunda ligin sayı ve ribaund krallığında ilk sıraları zorlayan Wright'ın Beşiktaş macerası o sezonla sınırlı kaldı. İkinci Türkiye macerasında ise takımı Türk Telekom'du. ''Haydi eski Beşiktaşlı'ları bünyemize toplayalım'' kampanyası ile birlikte takıma kazandırıldı Wright. Beşiktaş'ta ki performansına deyim yerindeyse kaldığı yerden devam ediyordu Telekom'da... Taa ki sakatlanana kadar. Wright sakatlanınca Telekom onunla yollarını ayırdı. Üstünden iki sezon geçtikten sonra, yolu Trabzon'a düştü Wrig.... pardon Ali Karadeniz'in. Sezon ortasına doğru adı tekrardan Beşiktaş için geçmesine rağmen Trabzonspor onu kadroda tuttu.
Çamura bulanmış bir elmas gibi şu an Wright. Trabzonspor gibi bir takımda oynuyor olmasına rağmen, ligin açık ara sayı kralı. Ne dersiniz bizim Karadenizli Ali oynar mı Milli takımda ? Bence cuk oturur ama iş kabilenin başındaki Turgay DEMİR-EL'e bağlı... Ali KARADENİZ ismi bir bakıma da ironik. Malumunuz bizim Ali siyahi bir sporcu ve soyadında da KARA kelimesi mevcut. Hiç düşünmediler mi adama bu ismi verirken acaba ? Irkçı söylevlere sebep olacağı hiç mi düşünülmedi ? KARADENİZ fıkrası gibi hakikaten. Ne diyelim, burası Türkiye...
Özledik #3 ; Bad Boys II
Özledik be harbiden... Arızalarınızı, belalarınızı, kavgalarınızı ama en çok da basketbolunuzu. Ah Ulan Dumars, ahhh !
Underrated
2010 NBA Draftı tam anlamıyla fiyaskoydu bana göre. Üst sıralardan seçilen birçok oyuncu beklenen performansın altında kaldı. Özellikle bir kaç oyuncu var ki overratedlığa yeni bir boyut kazandırdılar.
Overratedların yanında underratedlar da var bu draftta. Örnek olarak ; Landry Fields ve Greg Monroe'yu verebiliriz. Monroe draftın en kaliteli uzunlarından biri olarak gösteriliyordu bu sebepten dolayı underrated sınıfında değerlendirilmesi size biraz garip gelebilir. Ancak onun üstünde seçilen tüm uzunların -sezonun şu anına kadar gösterdikleri performanslar ile- yalan olmaları onu bu sınıfta değerlendirmeme sebep oldu. Sezon başında pek süre alamıyordu Monroe, buna rağmen oyunda bulunduğu kısıtlı dakikalarda potansiyelini gösteriyordu. Tüm bu gösterdiği performans Coach Kuester'in onu ilk beşe monte etmesine sebep oluyordu. İlk beşe yerleştikten sonra performansı daha da arttı Monroe'nun, Milicic faciasına sebebiyet veren Dumars'ın en olumlu draft hamlelerinden birisi kesinlikle...
Gelelim Landry Fields'a... Fields 2.tur 39.sıradan NBA'e adım atan bir oyuncu. Şu ana kadar gösterdiği kallavi performansla underratedlığın anasını ağlattı diyebiliriz. New York için o kadar önemli bir oyuncu haline geldi ki Fields, Melo takası için ''takım içi dokunulmazlardan'' biri olarak ilan edildi neredeyse. Tek handikapı yaşının 23 olması...
Drafta biraz geç girmesi, çizeceği NBA kariyerini biraz sınırlandırmasına sebep olacak gibi. Umarım sonu Al Thornton gibi olmaz. New York'un geleceği diyemeyiz onun için elbette ki ama an itibariyle takımın en iyi işleyen dişlilerinden biri. Eğer Blake Griffin çaylaklığını bu sezon tamamlayacak olmasa yılın çaylağı ödülü için en güçlü adayım olurdu, John Wall ile birlikte kendisi...
Cuma, Ocak 28, 2011
Künye #3
Larry Ayuso... Yukarı doğu yakasının haşin erkeği, ağır abisi, babayiğit delikanlısı(Porto Riko merkez, ayık olsun herkes). İsmi her ne kadar ; boğulma tehlikesi geçiren bir adamın yardım çığlıklarını andırsa da karizması hat safhada olan sorunlu bir oyuncuydu Ayuso. Disiplin sorunları sebebiyle -Beşiktaş'a gelene kadar- hiçbir takımda bir(sayıyla ; 1) tam sezon oynayamamıştı. Beşiktaş onun için bir anlamda rehabilitasyon merkezi olmuştu. Taraftar da sevmişti onu, tıpkı diğer bütün arızalı oyuncuları sevdikleri gibi. Türk basketbol tarihinin en garip isimli oyuncularından biriydi. Adeta rüzgar gibi geçti, iyi hatıralar bıraktı ardında. Kraldı, kralcıları sevmezdi. İşte fotoğraf, işte kanıt ! Reyiz bu tarz hareketleri severdi !
Flashback to 2005... Amin !
Pazartesi, Ocak 24, 2011
Pazar, Ocak 23, 2011
Durant For The Game !
Bu Durant reyizin NBA kariyerindeki ilk maç kazandıran basketi. Çaylak sezonundan...
Bu da NBA kariyerinin son buzzer beaterı. İlkokul takımına karşı mücadele eden liseli azmanlar gibi... Geliyor, atıyor, gidiyor. Helal olsun azmanıma.
Basketleri attıktan sonraki sevinçlere dikkat. İlkinde solo takılıyor elini böğrüne vura vura. İkincisinde ise bir Richie Rich gülümsemesinin ardından takım arkadaşlarının etrafında tepinmesini seyrediyor. Durant'in gösterdiği gelişimi anlamak için bu iki videoya bile bakmak yeterli... Kedi canına, bu sen misin Kevin ?
Cumartesi, Ocak 22, 2011
Künye #1
Blog'ta ki diğer serilerle çok alakadar olduğumdan dolayı(!) yeni bir seriye başlama gereği duydum. Bundan böyle bu başlık altında, garip isimli basketbolcuları paylaşacağım(ehehe).
Evet ilk ismimiz ; DJ Strawberry. İsmi her ne kadar yazın ülkeye akın eden üstsüz djlerin lakaplarına benzese de o bir basketbolcu(?). Lietuvos Rytas'a imza atana kadar D-League'de takılıyordu beyefendi. El-Amin ve Jasikevicius'un yerini doldurmak için Litvanya yollarına düştü kendileri. DJ şimdiden kurmuş ortamını Litvanya'da, helal olsun koçuma bak be... DJ Let's go away !
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)